Sümerlerin göç ettikleri kadim Türk yurdu Anu'nun kalbinde, Türkmenistan devleti sınırları içinde bulunan karakumda meydana çıkarılan muhteşem Göksuri kentleri .
Türkmenistan'ın Karakum çölünde kum içinde kaybolmuş bu kentler, Mö 4 bin yılları öncesinde kurulmuştu.
Bu kentler yıllar sonra terkedilmiş bir uygarlığın kalıntılarıydı.
Gözden uzak olan gönüldende ırak olurmuş.
Toplumsal belleğimiz asırlarca süren zaman aşımına ugramasından dolayı bu kentler günümüze kadar hep gizli kalmışlardı.
Türkmenlerin, karakum'un son kağanı ismini verdikleri Rus arkeolog Victor İvanovic Sarianidi zamanın kısıtlı olanağından dolayı kominizm döneminde keşfettiği bu kentler ile ilgili fazla bir bilgiye ulaşamamıştı.
Sovyetler birliğinin dağılmasından sonra İtalya, Ligabue vakfında görevli arkeolog Gabriele Rossi Osmida ile iletişime geçen İvanovic,Türkmenistan devletininde yardımlarıyla karakumda çalışmalara başlamışlardı.
Arkeologlar mezarlığı oluşturan kalıntıları günyüzüne çıkarmaya başladılar.
Kumların arasından günyüzüne çıkarılanların zerafetli oluşları heyecan vericiydi.
Kimdi bu insanlar ?
40 asırdan beri çöl ortasında nasıl yaşamıslardı ?
Gelenekleri ve inançları nasıldı ?
Arkeolog ve bilim adamlarının çalışmaları bu sorularımıza yanıt verecek.
Buluntular şimdiye kadar bildiklerimizi ve ilk uygarlık tanımlamalarımızı alt üst ediyordu.
Türkmenistan, hazar denizi ve Afganistan arasında ,Ortasyanın tam kalbinde bulunuyor.
Karakum çölü ise iklim koşulları nedeniyle yaşamın çok zor olduğu bir yer.
2004 yılı,Karakum'un son kağanı, Victor İvanovic Sarianidi;
"Karakum ile ilgili okulda bize öğretilenler sadece çok büyük bir çöl olduğuydu, ve insanlığın burda hiç iz bırakmadığı söyleniyordu.
Bir gün arabama bindim çöle doğru yol almaya başladım, ilerlerken çölde kent kalıntılarının izlerine denk geldim. Kalıntılar okadar çok büyüktüki, baştan yakın geçmişten kalma kent kalıntıları olduğunu düşündüm. Sonra yakından incelemeye başladım ve kendi kendime söylendim; "Tanrım bu en az mö 3 bin yıllarından kalma kalıntılar". Bundan 20 yıl önce burda hiç kimse uygarlık insanlarının yaşamış olduğu bir devletin olacağını düşünemezdi bile "
Bu muhteşem uygarlığı meydana çıkarmak için geniş çaplı bir araştırma yapabilmek için doğu blok ülkelerinin bağımsızlıklarına kavuşmalarını beklemek zorundaydık.
Ve O gün gelmişti artık. Zaman, bu uygarlığın geçmişte yaşadıklarını dünyaya belgeleme zamanıydı.
Juan Carlos Dinateo ve arkeolog Gabriele Rossi Osmida, Karakum uygarlığının olduğuna ilk inananlardı.
Bu inandıklarını delilendirmek için Venedik, Ligabue arkeolojik araştırma merkezinden alan taraması yapmak için bir çok defa Türkmenistan'a yolculuk yapmışlardı. Bu gidiş gelişlerde, Ortasya eski eşya satıcılarından bir çok tarihi eserler toplayarak birde tanıtı/katalog hazırlamışlardı.
Hazine avcılarının buldukları bu nesneler, arkeologlar için çok eskilere dayanan, kaybolmuş gizli bir dünyanın varolduğuna dair delillerdi.
Hiç bir bilgi ve araştırma olmadığı için, ait oldukları inanç ve uygarlık ile ilgili hiç bir bilgiye sahip değildik.
Bilim insanları bu uygarlığı tekrar günyüzüne çıkarmak için son derece kararlıydırlar. Uzun çalışma ve yazışmalar sonucu uydudan çekilen görüntülerle mezarlıkların ve günyüzüne çıkmamış kentlerin yerleri belirlendi
Bu görüntüler tarih sayfalarında yer almayan,zaman içinde unutulmuş uygarlığı tekrar yer yüzüne çıkarmamıza yardımcı olacaktı.
Marco polodan 800 yıl sonra tekrar doğunun gizmemli dünyasına Venedik'ten yola çıkılıyordu.
Karakum çölü haziran 2001.
Ebedi konaklama yeri olan 10 hektara yayılmış binlerce mezar.
Binlerce yıl önce kazılmış olan bu mezarlar, belkide hala Ortasyanın en geniş mezarlıklarıydı.
Yazılı kaynak bulunamadığından bronz çağından kalma kentin bir kilometre ilerisinde bulunan bu mezarlar, bu gizemli uygarlık ile ilgili bize bilgi verecek tek yerlerdi.
Çölde kurulan yaşam alanlarına yerleştikten iki gün sonra çalışmalar başlatıldı.
Uydudan çekilen görüntelerin yardımıyla arkeologlar mezarlığın yerini kolayca tespit ettiler.
Şimdiye kadar arkeologların gözünden kaçan mezarlıkların yerleri bulunmuştu, artık çalışmaya başlayabilirlerdi.
Mezarlık ilk bakışta hiç bir şeyin görülmediği bir yer gibi duruyor.
Türkmen arkeolog Ferdi Muradov mezarların topografik verilerini bitirdi.
Bu veriler önceden yapılmış çalışmalarla birleştirilerek Gabriele Rossi Osmida'nın çalışmaları eşliğinde daha gerçekci,köksel bilgilere ulaşılacaktı.
Karakum'un son kağanı Victor İvanovic, Gabriele'nin bulunduğu yerleşkeye gelerek çalışmalara katıldı.
10 yıldır sürekli birbirleriyle görüşerek bilgi alışverişinde bulunan bu iki bilim insanı birbirlerini çok iyi tanıyorlardı.
Araştırma ödeneğinin son bulduğu bu günlerde, bu uygarlık ile ilgili birşeyler bulabilmek için tekrar yeniden beraberdiler.
Ferdi Muradov ve Gabriele, çöl iklimine alışık 50 kişilik işçi ordusuyla çalışmaya başladılar.
Kökleri 40 asır öncesine dayanan uygarlık başlangıcı olan bu yerlerde baştan asırlardır üzeri kumla ve toprakla örtülü mezarların üzerlerindeki kumlar temizlendi.
İlk açılan mezarlardaki görüntü üzücüydü ,geçmişte asırlar önce bile yağmacıların değerli eşya bulma amacıyla mezarlara zarar verdikleri
görüldü.
Acel acele yapılan bu kazılarda yağmacıların herzaman arkalarında alamadıkları değerli kalıntılarda bıraktıkları biliniyordu.
İlk kazılarda kut arkeologlardan yanaydı. Yağmacıların gözünden kaçmış, pişmiş topraktan yapılmış 40 asırlık küçük bir heykelcik asırlar sonra karanlıklar diyarından çıkarak tekrar yeniden günyüzü görüyordu.
Sanatsal çizgilerle kendine özgü eşi benzeri olmayan bir çalışmanın ürünüydü bu heykelcik.
Çizgilerinin ne anlama geldiği bilinmediği için hala gizemini koruyordu.
Kimdi,neyi simgeliyordu ?
Bu halkın inançları ile ilgili ne anlatıyordu ?
Üzerindeki sır perdesi hala duruyor.
Kum fırtınalarının yoğun olduğu bu çölde işçiler ve arkeologlar çalışmalarını zor koşullar altında devam ediyorlardı.
Kazılan yerler, görüş mesafesini bir kaç metreye düşüren toz ve kum fırtınalarıyla tekrar kapanıyordu,lakin aramaları durdurmak sözkonusu değildi.
Zamanın kısıtlı olmasından dolayı Gabriele için çalışmalar daha hızlı olmalıydı.
Gabriele açılan bir mezarda, zaman ve doğa aşımından bir birine yapışmış bronzdan bir ayna ve fil dişinden yapılmış bir taraka ulaşıyor.
Burada bulunan her aygıt, her nesne şimdiye kadar bilinmeyen bu uygarlık konusunda çok önemli eşsiz bilgiler veriyordu.
4 bin yıl öncesinden kalma bu tarak ve ayna karakum'da yaşamış olan insanların yaşantıları üzerine arkeologlara yardım edecekti.
Mükemmel bir çalışma ürünü olan fil dişinden yapılmış tarak ve ayna bu insanların güzelliğe ve inceliğe ne kadar çok önem verdiklerini gösteriyordu.
Arkeologlar için bu nesnelerin mezar içinde bulunması, doğal yaşam dışında, daha sonraki bir yaşam olduğuna inanmış olmalarından dolayı, öldükten sonrada bu insanların ihtiyaçları olacağı için beraber gömülüyordu.
Gabriele Rossi Osmida;
" Başlattığımız kazılardan sonra ilk bulduğumuz nesneler, bu insanların günlük yaşamları ile ilgili bizlere fikir veriyor.
Bu insanlar için, günlük yaşamda süslenmeye ve zerafete özen gösteren bakımlı bir topluluk diyebiliriz.
Bu günümüzde anladığımız süslenme ve giyinme anlamında değil ama insanların diğer insanlarla karşılaştıklarında, özel günlerinde ve öldükten sonra Tanrı'ları karşısına temiz ve bakımlı bir görünümle çıkma arzusunda olduklarını gösteriyor.
Mezarlarda yatan insanların başları kuzeye çevrili,sağ tarafları üzerine dönük yatmaktaydılar."
Araştırmaların başından beri hep bir güzellik ve bakımlı bir yaşam izleri bulunuyordu.
Arkeologlar erkek ve kadın mezarlarında sürekli bu tür incelik ve süslenmeyle ilgili nesneler buluyorlardı.
Sapı kıvrımlı yılan biçimi olan palet, boyaları hazırlamak için kullanılıyordu.
Topuzunda koç imgesi olan bir sürme aleti ve sürme kavanozu içinde değişik süslenme kalıntıları bulunan bu nesneler, günlük yaşamda her gün kullanıldığını bize gösteriyordu."
Anu tekrar karakumda güneş gibi doğuyordu.
Kadın olarak betimlenen Tengri heykelciklerinin saç biçimlerindeki ince kıvrımları ne kadar özenli olduklarını gösteriyordu.
Yaşamda ve ölümde de karakum insanı bedenin temizliğine, bakımına olduğu gibi zerafetede çok önem verdiklerini bu heykelcikler bize gösteriyordu.
Yüzlerindeki asaletli çizimler kusursuz ve temiz olmanın bu insanlar için çok önemli olduğunu gösteriyordu.
Arkeologlar için bu insanların bu kadar bakımlı olmaları günlük yaşamda kuralları olan bir düzen içinde yaşadıklarını gösteriyordu.
Bir haftalık çalışma sürecinde 50 mezar açıldıktan sonra bir haber çölde sevinç yaşattı. Şimdiye kadar hiç bir yağmacının ulaşamadıgı ilk defa açılalacak bir mezar bulundu.
Mezardadaki iskelet sağ tarafına dönük, başı kuzeye dogru çevrili yatıyordu. Mezarlığın sessiz konukları hep bu biçimde gömülmüşlerdi.
Buradaki yatan bir kadındı,alnında bronzdan bir taç ve fayanstan bilezik taşıyordu.
Yattığı yer malzeme bakımından bayağı bir zengindi, ince ve zarif fayanstan çanaklar o kadar inceydiki sadece bir defaya özel kullanılmak için özellikle buraya konulmuştu.
Bronzdan küpeler, altın'dan ve değerli taşlardan incilerle sonraki yaşamına hazırlanmıştı.
Gabriele'ye göre bu, ana tanrıçanın saygın temsilcisinin sonraki yolculuğunda Tanrı'nın karşısına temiz ve güzel bir biçimde çıkmaya hazırlanmış olduğuydu bu takıların anlamı.
Bu buluntu gerçekten önemliydi, şimdiye kadar bu insanların inançları ve tanrıları ile ilgili hiç bir bilgiye sahip değildik.
Gabriele; " inanılmaz bir incelikle yapılmış bu takılar her zaman, her yerde göreceğimiz şeyler değil. Yüz kısmı beyaz taştan yapılmış tanrıça heykelciğinin geri kalan bölümü, keçi derisi betimli kara taştan yapılmaydı. Bu giysiler tipik karakum insanının özelliklerini taşıyor, bu tapılan ana tanrıçayı ilk defa bir mezarda buluyoruz".
Geniş gönüllü görüntüsüyle, bereketiyle tanınan bu ana tanrıça insanlara yaşam veren ve öldükten sonrada onları karşılayan şefkatli tanrıça olarak mezarlıkta yatanların başları ucunda bulunuyordu.
Karakum insanları Tengri'yi bir ana gibi koruyup kollayan, şefkatiyle,merhametiyle kullarına ancak bir ananın sevgisiyle yaklaşacağı için kusursuz güzellik anlamına gelen gadın/kadın gibi betimlemişlerdi.
Karakum insanları için Tengri'de kusursuz güzellikteydi.
Anu,Karakum insanlarının kadını Tanrı gibi yüceltme anlayışına günümüzün en çağdaş,asri uygarlıkları bile ulaşamışlardı. Aksine kadını bir sex metası gördükleri için verilen özgürlük ve değer, gerçek anlamda kadına verilen hak ettiği değer değildir.
Kadın konusunda ortaçağ karanlığı bataklığında kalmış, kadını iyice köleleştiren Arap anlayışının ne olduğunu ise hepimiz biliyoruz.
Devam eden çalışmalarda açılan diğer mezarlarda bulunan heykelciklerde aynı amaç için mezarlara konulmuştu. Hepsi kadın olarak betimlenmiş, aynı Tanrı'yı simgeliyordu.
Bazılarının üzerinde iki delik vardı, bu yuvayı koruması için ev'in baş köşesine asıldığını gösteriyordu.
Tanrı'nın kadın gibi betimlenmesi bu uygarlıkta kadını kutsayan, ana erkil bir topluluk olduğunuda gösteriyordu.
Bilgi bakımından çok verimli olan bu yerde Gabriele hiç zaman kaybetmeden mezalıkta araştırmasına aralıksız devam ediyordu.
Gabriele; " bu mezarlar çok ilginç, burdaki bulunanlar bizi çok ilgilendiriyor, bu iskelet inguş/harapa'dan gelen bir kişi gibi görünüyor,çünkü bu bilezik, harapa özelliklerini taşıyor. Harapa karakumun bin kilometre uzağında olan, Pakistan-Hindistan çevresinde oluşmuş indiguş uygarlığının merkezini oluşturan bir yer."
Bu bilezik buralara nasıl gelmişti ?
Bunu öğrenmek için Gabriele iskeletin kafasını gövdeden özenle çıkarttıktan sonra Türkmen antropolog Oraz Babakov'dan hangi uygarlığa ait olduğunu ögrenmesini istedi.
Kafa tasının yapısını inceleyecek olan antropolog, bu kişinin hangi uygarlığa ait olduğunu ve nerden geldiğini öğrenecekti.
Burda her şey açık meydandaydı.
Oraz Babakov için bu kadın indiguş insanından hiç bir özellik taşımıyordu, aksine bu mezarlıktaki diğer iskeletlerle aynı özellikleri taşımalarının yanısıra, kafa tası yapısı günümüz Türkmenleriyle akraba olduklarınıda gösteriyordu. Fayanstan olan bilezik ise ticari yollardan elde edilmişti.Ticari yollar kullanılarak insanlar eski dönemde bir birlerinden alışveriş yapmışlardı.
Üç haftalık arama sonucunda sonuç korkunçtu, mezarlıkların yüzde doksanı eski çağ hazine avcısı yağmacılar tarafından zarar görmüştü. Bu yağmadan arda kalanlar sadece o zamanlar haydutlar için fazla değeri olmayan küçük nesnelerdi.
Victor İvanovic için genellikle amulet ve damgalardan oluşan bu eşyalar içerdikleri bilgi bakımından değerleri ölçülemeyecek derecede önemliydiler.
Bunlar kaybolan dünyanın görüntüsünü yansıtan son delilleriydi.
Son buluntular arkeologların diğer eski uygarlık ilişkileri ile ilgili bilgilerde içeriyordu.
Victor İvanovic;
" Bu insanların geçmişlerini anlamamız için elimizde yazılı hiç bir veri yok. Bunun için bu sanatsal nesneler üzerinde yoğunlaşarak özelliklede damgalar ve mühürler üzerinde çalışmamız gerekiyor.
Örneğin bu fayanstan mühür; Bu inguş damgalarının benzeri. Mezopotamya eserleri üzerindedeki çalışmalarımızdan da anlaşıldığı gibi bu uygarlıklar birbirleriyle bağlantıdaydılar.
Bir başka üst düzey soylu olduğunu düşündüğümüz mezarda bulduğumuz bir başka damga suriye özelliği taşıyor, çünkü kanatlı bir tanrıça panter üzerinde oturuyordu.
Görüyormusunuz !!!
Suriye neresi bura neresi. Bu iki uygarlık orta doğunun en uç noktalarında bulunuyorlar."
Değisik bir kaç damgadan öğrendiklerimiz, karakum çölündeki uygarlıkla diğer uygarlıkların birbirleriyle iletişimde olduklarıydı.
Karakumla ilişkili olan uygarlıklar öğrendikleriyle, yeni bilgilerle örfsel ve inançsal geleneklerini oluşturuyorlardı.
Anadolu'da oluşmuş kıbela gibi ana tanrıça kültü gibi inançlar, Karakum Göksuri uygarlığından binlerce yıl sonra oluşmuştu.
Anadolu tanrıça kültlerinde kadın ve erkeklerin cinsel organları gibi sadece cinsellik içeren anlayışları öne çıkartan simgeleri karakumda bulmak pek mümkün değildi.
10 binlerce yıl öncesinden kalma ilkel heykelciklerde göğüsleri görünen tanrıça yerine Karakum Göksuri insanları daha sonra Mö 4 bin yıllarından kalma heykelciklerde tanrıçayı hep giysili kadın olarak betimlemişlerdi.
10 binlerce yıl öncesinden kalma ilkel heykelciklerde Tanrı'dan yaşam suyunu alan Atana/Atapa heykelciklerinin daha sonraki dönemlerde yapılmadığıda görülüyordu.
Oysa karakum uygarlığından binlerce yıl sonra oluşmuş anadolu kıbela kültü tapınakları kerhane ,sahipleri ise fahişelerdi.
Göksuri uygarlığı Tengri inancı ile kıbela kültü birbirinden farklı, çok değişik, birbirine zıt inançlardı.
Benzetme ve kıyaslama bile yapılamaz.
Kıbela kültü, Anu'da ilk başta kadın olarak betimlenmiş Tengri inancının binlerce yıl sonra anadoluda bozulmuş, yozlasmış bir örneğidir.
Mezarlıkta bulunan bazı türbeler bu uygarlığın bina yapıpımında da diğer uygarlıklara göre çok ileri olduklarını gösteriyordu. Ne yazıkki hepsi eski yagmacıların hoyratça saldırısı sonucu yıkılmış durumdalardı.
Mimar Akmedov Annamurad'ın yardımıyla Gabriele bu türbelerin ne biçimde, hangi özellikle inşa edildiklerini öğrenmeye çalıştı.
İki günlük çalışma sonucu yıkılmış olan türbenin ne biçimde olduğunu meydana çıkartacak olan parçalar tekrar birleştirildi.
sonuç sevindiriciydi. Gabriele Rossi Osmida ;
" Bu mezar duvarları olan aynı küçük bir ev gibi inşa edilerek iki kısımdan oluşmakta. Bir taraf gece, bir taraf gündüz için ayrılmış. iki pencere olan bölümün karşısında bir ocak var.Buranın sakini ocağın yanında yatıyordu.
Bu ne anlama geliyordu ?
Bu uygarlıkta öldükten sonra başka bir yaşama inanılıyordu. Öldükten sonra yaşamın zamandan öte bir yerde devam edeceğine inanılmasından, değerli özel eşyaların bulunduğu güzel bir ev inşa ediliyorduki öldükten sonraki yaşamında da buna benzer bir yerde huzur içinde devam edilelineceğine inanılıyordu."
Bu yapıtlar ve eşyalar arkeologlara Karakum/Gonur Tepe insanlarının sanatta, bilimde,zerafet ve süslenmede ne kadar ileri olduklarını gösteriyordu.
Bu buluntular bize bir biçimde zamanının diğer uygarlıklarıyla karşılaştırmasınada olanak veriyordu.
Yazım biçimlerini baştan silindir damgalara görselleyen karakum insanlarıyla aynı benzer ilk yazım özelliklerini gördüğümüz sümerler mezopotamyada ilk yazıyı yazacaklardı.
Nihayet güneş gibi dörtbir yanını aydınlatan Anu'nun kalbinde yer alan karakum Göksuri uygarlığının varlığı ispatlanmıştı.
Ne yazıkki arkeologların günleri daralıyor, araştırmalara son verme günleri yaklaşıyordu.
Gabriele için bu geniş alana yayılmış uygarlık sırlarının hepsini henüz vermemişti.
Gabriele diğerlerine göre çok büyük olan bir mezar içinde çalışmaya baslamıştı. Kuşkusuz bu bir kağan mezarıydı.
Kayda değer hiç bir şey bulunmuyordu .
Gabriele; " Bu mezarda anlaşılmayan bir şeyler var, burda yatan soyluya ait bir sürü kırılmış seramikler bulunuyor, hepsinin kırık olması galiba hırsızların değerli eşya bulamadıklarından olsa gerek, sinirden bu seramikleri kırmış olmalılar. Bu bize burda saklı birşeylerin olabileceğini gösteriyor "
Gabriele Tanrı'ya sunulan eşyaların burda bir yerde saklı olduğundan emindi. Mezarın tabanının bir bölümünde çamurla karışık taşlardan yapılmış sert tabana odaklanarak ümidini yitirmeden çalışmasına devam ediyor. Devamında tabakanın altında çok ince kumdan oluşmuş katmana ulaşıyor.
İlk baştan çok ender bulunan bronzdan uzunca gagalı bir vazo meydana çıkıyor. Bu bulgu bize mezarın sahibinin çok önemli ve varlıklı birisi olduğunu gösteriyordu.
Mezardan çıkan çevresi özenle işlenerek biçimlendirilmiş büyükçe bir tas için Gabriele; "eski çağlardan kalma eşyalardan simdiye kadar bu kadar güzelini görmemiştim, bu yaşamımda gördüğüm en güzel nesne" yorumunu yapıyordu.
Bu nesneler, eski çağ hazine avcısı hırsızların aradıkları eşyalardı.
10 yıldır bu çölde çalışan arkeologlar için bu hazine tam umutsuzluğa düştükleri zamanda meydana çıkıyor.
Gabriele, mammamiya diye haykırarak bulduğu bu değer biçilemez hazine karşısında sevincini gizleyemiyordu.
İlk defa Gabriele ve Victor İvanovic bir soyludan arda kalan eşyaların tamamını inceleyerek bir sonuca varacaklardı.
Özenle yerinden çıkarılan kusursuz bir sanat eseri olan uzunca gagası olan bu vazo bu insanlar için çok değerli olan su'yu kullanmak için yapılmıştı.
Birbirine kaynakla yapıştırılmış bronzdan yemek ve meyve tabağının yanında bulunan altın incilerin olmasından çok arkeologları daha çok bu madeni bu kadar güzel islemiş olmaları ilgilendiriyordu.
En az dört bin yıl öncesine ait bu eşyalar üzerine zamanın sanatçıları, günümüz zanaatkarlarını kıskadıracak güzellikte sabırla nakış işlemişlerdi.
Gabrilele Rossi;
" Bu geometrik motifli nesneler o kadar çok muhteşemki sanki günümüzün çağdaş kalıpları kullanılarak yapılmış gibi duruyorlar. Ama bunlar sabırla bir çekiç ve bir demir çubuk kullanılarak işlenmiş. Bu inanılmaz şaheserleri meydana getiren sanatcı baştan sert bir taşa veya demir çubuğa biçimler vermiş ve sonra eşyaların üzerine bu biçimleri işlemek için kullanmış. Benim için bu sadelikle ulaşılan mükemmelliğin doruk noktasıdır"
Bu eşyalar günlük yaşamda kullanılışlı olmalarından öte bir sanatın sonucu meydana getirilmiş şaheserlerdi.
Bu eşyalar kökleri uzun zamanlar öncesine dayanan sanata ve zerafete önem veren ince ruh'lu bir uygarlığın şaheser ürünleriydi, ve geçmişten bizlere bilgiler veriyordu.
Bazen bir taşa islenmiş ayakkabı,kuş biçimleri,bazende bir iğnenin topuzuna gümüşten yapılmış bir koyun.
Gabriele; " bu güzel kokulu parfümlerin konulduğu küçük bir vazo, kapağı hala üzerinde duruyor"
Nihayet son bir parça kalıyor geriye, bu tahta üzerine renkli taşlarla islenmiş bir mozaik. Bu mozaiğin görüntüsünü bozmadan çıkarmak için Gabriele çürümüş,fosilleşmiş agaçları kimyasallarla sertleştirerek bütün olarak çıkartıyor.
Ansiklopedilerde eski çağdan kalma küçük renkli taşlarla resmetme sanatı olarak bilinen mozaik'in ilk yapılış bilgileri Mö 500 yılları verilirken bu sanat yapımı karakumda 2.500 yıl öncesinden kalmaydı !!!
Türk ulusunun ataları olan Göksurilerin kurdukları Anu/karakum uygarlığı şimdiye kadar öğrendiğimiz insanlık tarihini alt üst etmeye devam ediyor.
Gabriele Rossi "
" Bu koç kafalı gümüşten iğnedeki muhteşem sanatı bizler klasik sanatta
(en geç tarih Mö 500) ancak görebiliyoruz. Bu şu anlama geliyor; Örneğin eski Yunan'da bu biçimleri görebiliriz fakat burdaki işleme kıvrımlarının mükemmelliğini bir iğne topuzunda bulmayı, bazen bir koç kafası, bazende bir kuzu olarak hiç beklemiyorduk. Bronz çağından kalma inanılmaz şaheserler bunlar."
Karakum, sanatın ve zerafetin yaratıldığı çağ olarak gösterilen eski yunan uygarlığı bilgisinide altüst ediyordu.
Küçük nesnelere, bir iğnenin topuzuna bile incelikle yapılmış mükemmel görüntüleri eski Yunan uygarlığında bile göremiyoruz.
Bu şaheser eşyalar atalarımız tarafından karakumda eski yunan uygarlığından 2 bin yıl önce göz nuruyla, sabırla Anu'da işlenmişti.
Gabriele;
"bu kadar güzel sanatsal incelikte olmaları bu insanların becerilerini ve sanat zevklerinin olağanüstü olduğunu gösteriyor.Aynı bu eşyada olduğu gibi, bundan önce, ne yakın doğuda, ne ortadoğuda nede asyada hiç böylesine denk gelinmedi.Bu gümüşten kablumbağa sırtının görüntüsü işlenmiş bardak görevi gören bir vazo"
Bu eşyaların incelik ve sanatsal yaratıcılığı bize zamanının en büyük uygarlıklarından biri olduğunu gösterdiği gibi bizi barışçıl ve insancıl bir dünyaya da götürüyordu. Arama yapılan yüzlerce mezardan kayda değer hiç bir silah bulunamadı.
Bu bize savaşsal sanattan çok yaşamdan zevk alan, güzelliğe önem veren ince ruh'lu bir milletin buralarda yaşadığını gösteriyordu.
Bu insanlar galiba çölün ortasında olmalarından dolayı çöl tarafından bir nevi korunuyorlardı.
Burasının kurak, çorak, yaşam şartlarının çok zor olmasından dolayı başka milletler belkide buralarda macera aramaktan çekinmişlerdi.
Karakum Göksuri insanları,Sümerler ve torunları Türkler, diğer uygarlıkları yağmalak ve mallarını almak için hiç biz zaman savaşmamışlardı.
Türkler yaşama ve özgürlüklerine çok önem vermelerinden, diğer milletlerin tehtitsel saldırıları sonucu bu değerleri korumak ve özgürce yaşamak için hiç bir güç karşınında boyun eğmeyen,haksızlığa tahammül edemediğinden zalime baş kaldıran savaşçı bir ulus olmuşlardı.
Türklerin tarihte ne pahasına olursa olsun hiç bir zaman bir başka milletin esaretine girmemeleri, özgür, huzurlu ve barış içinde bağımsız bir yaşama ne kadar çok önem verdiklerini gösteriyordu.
Oraz Babakov'un iskeletler üzerinde incelemeleri bize insanın bulunduğu çevreyle bütünleşerek çok güzel uyum sağladıgını gösteriyordu.
Antropolog Oraz babakov;
" Burada yaşamış olan insanların bedensel olarak birbirleriye çok büyük farkları yok. Kafa yapıları çok homojen, aynı türden insanlar bunlar. En uzun erkek boyu 1.67 metre. Kadınların ortalama boyu 1.55 metre.
Ortalama 37 yaşına kadar yaşıyorlardı, bu bronz çağına göre gerçekten çok önemli ve uzun bir yaşam süresi. Bu aldıkları gıdalarla ilgili olmalı. Besin değeri yüksek zengin gıdalar tüketmiş olmalılar. "
Bu ulusun besin zincirini oluşturanlar gıdalar nelerdi ?
Çölde ne üretiyorlardı ?
Yanıt ise İtalyada.
Coma kenti botanik ve arkeolojik tarım araştırma labarotuarlarında karakum kentlerinden kömürleşmiş tohumlar getirilerek incelendi
Aralarında arpa tohumlarınında olduğu, kömürleşmiş bir sürü tohumun hangi bitkilere ait olduklarını bilim insanları tohumlar üzerinde çalışarak öğrendiler.
Gonur tepedeki bu insanlar tarım yaparak arpa ekip biçiyorlardı, başka tohumlarda vardı. Bazıları muhtemelen üzüm çekirdekleriydi ve diğer meyvelerin çekirdekleride bulunuyordu. Bunlar büyük ihtimal şeftali ve erik olmalıydılar. Sebze kalıntılarınada raslanıldı. Bu ürünler et ve süt'le beraber bu insanların besin zincirini oluşturuyordu.
Elekronik mikroskopla o dönemden kalma küçük ağaç kalıntıları incelendiğinde, buradaki doğa ve bitki örtüsü ile ilgili bizlere bilgiler veriyordu. Küçük ağaç parçacıkları su kenarında yetişen kavak ağacına aitti.
Oysa burası çölün kapladığı bir alandı ,kavak ise su kenarlarında yetişen, bol suya ihtiyaç duyan bir ağaç türü. Kavak gibi ılgın ağacınında burda yetişmesi, o dönem burda suyun bol olduğunu gösteriyordu.
Burda, çöl'de yetişmeyen değişik türden tarımla yetiştirilen bitkilere ait tohumlarda bulunmuştu.
Önceleri burada bir ırmak vardı. Karakum insanları bu ırmağı kullanarak sulama arklarıyla tarlaları suluyor, tarım yapıyorlardı
10'larca hektarlık alanlarda hububat ürünleri ve meyve ağaçları yetiştiriliyordu. Arkeologların tahminlerine göre 5 bin kişinin yaşadığı bu kentlerin su ihtiyacıda arklarla ırmaktan getirilen bolca suyla karşılanıyordu.
Bazı kentlerin çevresi 2 metre kalınlığında, güneşte pişmiş kerpiç duvarlarla korunuyordu. içinde sanatçılara ait mahalle, alış veriş yapılan dükkanlar ve halkın toplandığı pazar yeri vardı.
Kentin ortasında soylu yöneticilerin kaldığı bir saray bulunuyordu. Bu merkezi yönetim yerinde nasıl bir yönetim biçimiyle hangi kurallardan oluştuğu ile ilgili şimdiye kadar hiç bir şey bilmiyoruz.
Günümüzde ise bu kentler yaşayanlarının terketmesi sonucunda ve asırlardır yer altında sesizlik örtüsüyle örtülmüş olmanın verdiği alışkanlıkla suskunlar. Sadece bu kentlerin son kağanı Victor İvanovic görmeye geliyor.
Niçin bu kentler terkedildi ve kayboldu ?
Bu uygarlık neden son buldu ?
Son kağan Victor İvanovic için yanıt çok kolaydı ve hep aynı nedendi...
"SU"...
Victor İvanovic;
" Gelişmişlikten elde edilen mutluluk ve huzur burda hüküm sürüyordu.
Murgap ırmağı buradan geçiyordu.Tarım alanlarında ve günlük yaşamda kullanılan su'yun dışında buralarda fazlasıyla su vardı.Topraklar bereketliydi, ama bir çok ırmak gibi murgap'ın yatağı batıya kaydı. Bu gün burasının 50 kilometre ilerisinden akıyor. Su yoksa yaşamda yok.Tarım ve hayvancılıkla uğraşan bir toplumun burada yaşaması imkansızlaşıyor.Tarlalarını neyle sulayacaklar? Günlük ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklar ? iste bunun için burda yaşam sona erdi, insanlar başka yerlere göç ettiler".
Karakum ,Gonur tepede arkeologların çalışmaları daha bitmemişti, ama bulunan eşyalar, verilen emek ve yoğun çalışma amacına ulaşmıştı.
Araştırmalardan elde edilen değerli eşyaların günlük yaşamda kullanılırlığı ve içerdiği simge ve imgeler bize muhteşem bir uygarlık ürünü olduğunu göstermişti.
Gabriele Rossi Osmida ;
" 10 yıldır yaptığımız çalışma ve görevimiz sonunda, M.ö. 4 bin yıl ve M.ö. 2 bin yılları arasında burada gerçekten çöl ortasında yeşermiş ileri bir uygarlık bulunuyordu. Bu uygarlık insanları diger insanlarla alış veriş yaparak ilişki içindeydiler.Özelliklede kültürel ve siyasi fikirlerle doğu ve batı arasında fikir alışverişlerinde bulunuyorlardı. Bu uygarlık çölün bir ucundan öbür ucuna kadar kale ve hisarlardan oluşmaktaydı.Kesin bir rakam vermesemde Gonur tepede 30 kadar kent birikintileri var. Biz ne zaman bu kentlerin hepsini yeryüzüne çıkarır ve hepsini incelersek, o zaman aynı eski Yunan gibi büyük bir uygarlığın ondan 2/3 bin yıl önce burada oluştuğunuda görürüz.Bu uygarlık bronz çağından kalma olmasına rağmen eski Yunan uygarlığına eş değer ileri bir uygarlıktır"
Karakum, Gonur tepede şimdiye kadar yapılan çalışmalar bize bu insanların örfsel ve siyasi yapılanma ile ilgili azda olsa fikir vermekte. Türklerin atalarının kurduğu muhteşem uygarlığın daha çok kayıp halkaları var. Genişce alana yayılmış bir çok kent kumların altında. Bilim ve merak aşkıyla insanlığa bir şeyler verebilmek için yaşamlarını insanlık davasına adamış Victor İvanovic Sarianidi, Gabriele Rossi Osmida ,Ferdi Muradov ve Oraz Babakov gibi varlıklarını bilime adamış bilim adamları olan torunlarını bekliyor.
Karakum tarihinin daha başlangıcındayız.
Tarihi gerçekler bir müddet gizlenebilir,gizli kalabilir ama asla yok olmaz, edilemezde.
İnsanlık tarihi yeniden, tekrar eskiden olduğu gibi yine Anu'dan yazılacak.
Acı köy yerleşim mezarlığında 5 bin yıl önce toprak altında ebedi dinlenmeye çekilen karakum sakinleri yeniden günyüzünü görmeye başladılar. Açılan mezar skonukları asırlardan kalma sakinlikleriyle baş uçlarında değerli eşyalarıyla beraber taştan bir yorgan altında ölümden sonraki yaşama kavuşmanın huzuruyla yatıyorlardı.
Bir sonrakiler de aynı biçimde, başları kuzeye, yüzleri sağ tarafları üzerine dönük yatıyordu. Bu insanlar inanç kurallarına göre bu biçimde gömülmüşlerdi.
Kutup yıldızı kuzey kutpu üzerinde sabit durduğu için Tengri inancında kıble görevi görüyordu.
Tengri inancındaki Türkler kutup yıldızını Tengri'nin aydınlık dünyasına açılan kapı olduğuna inandıkları için kurgan ve mezarlara gömdükleri ölülerinin başlarını kuzeye,kutup yıldızına denk getiriyorlardı.
Gaziantep, Kilis'te m.ö. 3 bin yıllarından kalma küçük bir kent mezarlığında da ölüler aynı biçimde gömülmüştü.
Bu mezarlıklarda gördüklerimiz insanı ürperten ölümün soğuk yüzü değil,yaşamın gerçekleriydi.
Yüz yüze, sonsuza kadar, çok sevdiği çocuğuyla bir ana kucağında evladıyla ebedi dinlenmeye çekilmişti.
Galiba yaşamın acı kuralları ikisine aynı anda işlemişti. Yaşamda olduğu gibi aralarında olan sevgi bağını öldükten sonrada devam ettirmişlerdi. Ana yavrusunu ölümde de bağrına basıyordu.
Karakum insanları Tengri'yi kusursuz güzellikte bir kadın olarak değil, kusursuz güzellikte sevgi ve şefkatli bir ana gibi sevdikleri için bu biçimde betimlemişlerdi.
Antropolog Oraz Babakov mezarlıkta arkeologların işleri bittikten sonra mezarlardaki iskeletleri inceliyordu.
Bir iskeletin başı altında bir damga buluyor.
Bu buluş, bu uygarlığın başka bir özelliğinide bizlere gösteriyordu.
Bu damgalar özellikle kafalarının altına yerleştirilmişti.
Kadın mezarlarında devamlı bu tür bulgularla karşılaşılıyordu. Muhtemelen üst düzey kadınlardı bunlar. Gömülürken değerli eşyalarıyla beraber varlıklı olduklarını simgeleyen damgayla gömülmüşlerdi.
Bu uygarlıkta damgalar, seviye derecesini veya bir ürünüde simgeliyordu. Damgaları önemli kişiler, üretilen veya ticarette kullanılan malları denetlemek için kullanıyorlardı.Elde edinilen bütün damgalar kadın mezarlarında bulunulmuştu.
Bu bize bu uygarlıkta kadınların önemli olduğu kadar üst düzey yönetici ve yönledirici bir makama sahip olduklarınıda gösteriyordu.
Mö 3 bin yıllarına kadar Karakum uygarlığı ana erkil bir toplum yapısında olmasından,kadın liderler aile içinde ve toplumsal yaşamda söz sahibiydiler.
Bu gelenek anadoluda yaşayan insanlarımızda hala devam ettirilmekte. Bilhassada torun sahibi olmuş kadınlarımız ailenin en önemli sözü dinlenen, karşı gelinmeyen, saygı gösterilen birey konumundadırlar.
Bu insanlar geçimlerini hayvancılık ve tarım üzerine kurdukları için savaşcı,fetihci bir uygarlıkta değildiler.
Tanrıça heykelciklerine bereket ve huzurlu masumiyet imgeleri işlenmişti.
Ne bir heykelcilikte, ne bir damga ve amülette silah ve savaşı anımsatan imgeler işlenmemişti.
Açılan binlerce mezarda silahla öldürülmüş iskelette yoktu.
Burası barışın ve sevginin hüküm sürdüğü, yaşamdan haz alan insanların oluşturduğu, bereketin ve huzurun bolca olduğu bir uygarlıktı.
Burası kökleri 40 bin yıl öncesine dayanan, Mö 4 bin yıllarından kalma, insanca yaşanılan, huzurun hüküm sürdüğü mutlu insanların ülkesiydi.
Arkeologlar mezarlıkta beklenmedik bir durumla karşılaşıyorlar.
Burda bir hayvan insanların arasına gömülmüştü. Bu "Alabay" cinsi Türkmenistan çöllerine has çoban köpeklerinin atasıydı.
Günümüzde bu alabay'ın torunları hala Türkmen sürülerine bekçilik yapmaktalar.
5 bin yıl önce muhtemelen bu alabay'da sürüleri ve sahiplerini koruyordu.
Zamanında insanlar arasındada özel bir yeri ve değeri olmalıydıki, bu nedenle o'da insan mezarlığına gömülmeyi hak etmişti.
Aramalarda elde edilen damga ve amületletlerde çoğunlukla kartal ve yılan simgeleri bulunuyordu. Bu simgelerin çoğunlukta olması sıradan bir süsleme için kullanılmadığını gösteriyor.
Kartal ve yılan simgeleri, eski bir çok uygarlık nesnelerinede işlenmişti.
Bu simgeler, yeryüzü ve gökyüzü muhalefetini, bereketi, yaşam çizgisini ve öldükten sonra tekrar dirilerek öbür alemde yaşamayı ve ilahi sırları simgeliyordu.
Acı kumda bulunan bu damgalar sade simgelerden öte uyulması gereken inanç kurallarınıda anlatıyordu.
Gabriele Rossi;
"Bu damgalardaki simgeler, iyi ile kötüyü , güzel ile çirkini , Tanrı'yı, dini inançla ilgili öyküleri barındıyor. Birbirleriyle bağlantılıları olan bu görseller insanların uyması gereken inanç kurallarını simgeliyordu. Birliktelik içinde olan kartal ve yılan simgesinin arkasında bir şeyler saklı olmalı... Yeterli amülete daha sahip değiliz, ama daha fazlasını bularak bu uygarlığın efsanelerini ve inancını öğrenebiliriz"
Arkeoloğa göre 6 bin yıl önce kurulmuş uygarlık kentlerinde bir inanç yaşatılıyordu. Lakin elde sadece karmaşık, sıralarının bilinmediği birkaç amület vardı. Yaz'ın kavurucu sıcaklığı 50 dereceyi bulduğu karakumda çalışmalara son veren Gabriele Rossi Osmida, Venedike dönerek hiç vakit kaybetmeden karakumda bulduğu amületlerdeki simgeler üzerine çalışmaya başlıyor. Diğer uygarlık simgeleriyle benzerlikleri olabilir olasılığıyla karşılaştırma yapıyordu. Bazı simgeler ve özellikle yılan ve kartal betimlemesi bütün uygarlıklarda görülüyordu.
Acaba aynı öykülerimi saklanıyordu bu simgelerin arkasında !!!
Ne anlatılıyordu ?
Gabriele, Almanyada yaşayan, Martin Lütherking üniversitesinde profesör olan ve eski ortadoğu mitolojisinde uzman olan Sindia Winkelmanı Venedike davet ediyor.
Görüşme, araştırmalara destek veren Ligabue vakfının merkezinde yapılıyor.
Sorunun içinden çıkamayan Gabriele, Sindia'ya bu nedir diye bir soru yöneltir.
Sindia Winkelman için bunlar, kuşkusuz insanlığın ilk efsanelerinin en eski simgeleriydi.
Sindia Gabriele'ye Etena/Atana/Atapa mitolojisini biliyormusunuz diye bir soruyla beraber bunların Etena/Atana efsanesinin anlatıldığı öykü simgeleri olduğunu söylüyor.
Atana mit'i insanlığın en eski efsanesidir.
Amületler düzgün sıralandığında öyküde anlaşılır, okunur bir hal alıyordu.
Bu öyküleri biz karakumdan çıkan silindir damgaları hamur üzerinde çevirdikten sonra çıkan görsellerin anlatımlarından öğreniyoruz.
Öykü şöyle başlıyor ;
Kartal ve yılan bir zamanlar yaşam ağacında barış içinde yaşıyorlardı.
Bir gün kartal, kalbinde ve beyninde kötü düşünceler hisseder. Sonra yavrularıyla yılanın yumurtalarını yemeye karar veriyor ve yumurtaları yiyor.
Tanrı'nın yardımıyla yılan öcünü almak için ölü bir hayvan leşinin içine saklanır.
Kartal tam leş'i yemek için konduğunda, yerinden çıkan yılan kartala saldırır.Kartaldan öcünü alan yılan, yaralı kartalı çıkamayacağı bir çukurun içine atar.
Amület ve damgalarda anlatılan bu öykü Mö 2 bin yılından kalma Sümer yazıtlarında da görüyoruz ama karakum, gonur tepedeki silindir damgalardanda anlaşıldığı gibi efsane çok öncelerden kalma.
Sindia Wilkelman ;
" Bana göre, Etena/Atana öyküsü bütün insanlık tarafından bilinen bir olguydu. Lakin yazılı olarak Mö 2 bin yılından kalma eski güney mezopotamyada Sümer yazıtlarında bulunabilindi"
Karakumda bulunan Mö 4 bin yıllarından kalma silindir damgalardaki görseller aynı öyküyü anlatıyordu.Tekrar Karakum'a dönen Gabriele amület ve damgalarda Etana/Atana öyküsünün anlatıldığını delillendirmek için öykünün devamını bulması gerekiyordu.
Konuyla ilgisi olabilecek Arkeoloji ile ilgili çevreye haberler gönderdikten iki gün sonra ülkesinin tarihinde uzman olan, Türkmen gazeteci Bolodiya elinde eski döneme ait bir kaç silindir damgayla ziyaretine geliyor.
Bu nesneler, bu uygarlığın geleneksel özelliklerini taşıyan damgalardı. Silindir damglar Türkmenistan'da kendi imkanlarıyla aramalar yapan geçmişe meraklı insanlar tarafından bulunmuştu.
Bu damgalar Etena/Atana efsanesinin devamını anlatıyordu. Damgaları Gabriele'ye teslim eden Bolodiya ya Gabriele sonsuz tesekürler ediyor ama en çok tesekürüde Son kağan Victor İvanovic ve kendisi hak ediyordu.
Türkmen gazeteci Bolodiya, Gabriele'ye şükranlarını sunarak " Size ülkem Türkmenistan adına çok teşekür ederim, siz bizim uygarlık köklerimize inerek bütün dünyaya anlatıyorsunuz" diyerekten ne kadar büyük bir iş başardığını söylüyordu.
Gerçektende öyleydi, Gabriele ve karakumun son kağanı Viktor İvanovic Sarianidi, bilindik tarihi ters yüz ederek, insanlık tarihini tekrar yazıyorlardı.
Etena/Atana ile ilgili Verilerin tamamı artık Gabriele'nin elindeydi.
İlk defa karakum uygarlığına ait silindir damga ve amületler birleştirilerek öykü anlaşılacaktı.
Her görüntü tarihin bir dönemine tanıklık ediyordu.
Yeni bir gücün doğumunu parçaları birleştirince anlayabiliyoruz.
Bu Atana'nın, insanlığın ilk kağanı'nın doğumuydu.
Damgalarda anlatılan öykü şöyle;
Atana'ya Tanrı tarafından kağan'lık verilir.
Lakin Atana varis bırakamaz, çocuğu yoktur,olmazda.
Yılana ihanet etiği için cezalandırılan kartalın atıldığı çukura iner ve kartala anlaşma sunar. şöyle der; "eğer beni sevgi tanrıçasına götürürsen seni özgür bırakır, yaralarını iyileştiririm"
Kartal öneriyi kabul eder, beraber Tanrı'ya doğru yükselirler.
Yolculuğun sonunda Atana Tarıçayla buluşur, ve sorununu anlatır
Tanrıça Atana'yı dinledikten sonra soyunu devam ettirebilmesi için yaşam suyu dolu bir tas verir.
Güç erkektedir artık.
Babadan oğula geçecek olan, devam edecek bir geleneğinde baslangıcıydı bu.
Tarihi çok öncelere dayanan, en az 6 bin yıl önceden kalma damgalarda anlatılan bu öyküde Atana'nın Tanrı olmadığını, sadece soyunu ve inancını devam ettirebilmek için Tanrı'dan yaşam suyunu alan, yeryüzünde Tanrı'nın temsilcisi olan ilk kağan olduğu anlaşılıyordu.
İnsanlığın ilk kağanı, günümüzün söylemiyle Sümerlerin büyük tanrılarından kabul edilen Etana/Atana'nın Tanrı olmadığınıda bu damgalardan öğreniyoruz. Tengri inancının ilk kağanı Atana'dan sonraki sinsiledeki kağanların tanrılar olduğu iddiasinda bulunmanın, bu tarihi,delilli gerçeklerden sonra pek geçerliği ve mantığıda kalmıyor.
Bu damgalardaki anlatımlara göre karakum uygarlığında yaşayan insanlar çeşitli tanrı veya tanrıçalar edinmemişlerdi. Onlar sadece tek bir sevgi Tanrıçasına inanmışlardı.
Bulunan heykelcikler kadın olarak görsellenmiş tek Tanrı betimlemeriydi
Bulunan erkek heykelcik ise Tengridan bir tas içinde yaşam suyunu alan insanlığın ilk kağanı Atana'yı simgeliyordu.
Kökleri 40 bin yıl öncesine dayanan Anu'da, 6 bin yıl öncesi kentlerinde bu öyküler anlatılıyordu.
Dinsel öyküleri bu insanlar nasıl algılıyorlardı, toplumda etkisi nasıldı ?
Gabriele rossi-Osmida;
"Mit içinde her zaman bir öykü gizler ve devamlı hatırlanmalıdırda.
Bu mit'te önemli olan, soydan soya geçen ana erkil bir yapının devamını sağlamak için neolitik taş devrinden ve tarımın ilk yapıldığı,madenin ilk işlendiği çağdan beri soydan soya aktarılmış. Ana tanrıçanın bereketi ve yaşamın devamını sağlayan doğumu temsil ettiğini biliyoruz ama Atana kartalın yardımıyla gökyüzünde bulunan ana tanrıçadan yaşam suyunu almıştır. Biz bu olguyu karakumda öğreniyoruz. Atana'nın kağanlığından sonra yeryüzünde Ana erkil yapıdan, Baba erkil bir topluma evrilme olmuştur. Bu nedenden dolayıda Atana'ya insanlığın ilk kağanı ünvanı verilmiştir"
Gabrile Rossi'ye artık bu değişimin delillerini bulmak kalmıştı.
Burda, bu kentin kalbinde,Anu'da bir yerde gizliydi bu delil .
İşçilerin temizledikleri topraklarda küçük, kırık dökük heykelcik kalıntıları görünüyordu, bunlar çanak parçalarından kolaylıkla ayırt edilebiliyordu. Gabriele aramalarında erkek heykelcik parçaları bulmuştu ama kafaları yoktu. Kazıdan çıkan topraklar elekten geçiriyordu ama önemli parça bir türlü bulunamıyordu.
Kafalar bulunamayınca bu heykelciklerin buraya, karakumamı ait, yoksa başka yerden burayamı getirildiğini söylemek zordu.
Gabriele heykelciklerin ilk bulunduğu alanı tekrar inceliyor. Bir odanın duvarında değişik bir şeyler görür.Kerpiçlerin arasında gizli bir bölme vardır. Özenle burada çalışmaya başlayan Gabriele sonunda aradığını bulur.
Bu erkek egemenliğinin başlangıcını oluşturan kağan Atana/Atapa'yı simgeleyen bütün parçalarıyla bulunan bir heykelciktir.
Hiç kuşku yoktu, bu heykelcik aynı özelliklerle yapılmış, karakum uygarlığına ait ilk Tanrıça heykelcikleri gibi aynı özellikleri olan Atana heykelciğiydi.
Bu insanlar kutsadıkları ana tanrıçadan sonra inançlarına yol gösterici erkek önderlerinide bu biçimde ilk başlarda heykelini yaparak kutsamışlardı.
Esas ilginç olan Karakum insanlarının Tengri betimlemesi yaptıkları kadın heykelciklerini giyinik olarak yapmış olmalarından sonra sanatsal olarak çok ince zerafette olan Atapa heykelcikleri yapmamışlardı.
Bulunan Atapa heykelcikleri 10 binlerce yıl öncesine aitti.
Bu bize Göksurilerin insanımsı tanrılar edinmediklerini gösterdiği gibi Tek bir Tanrı'ya inandıklarınıda gösteriyordu.
Karakumdan başlayan bu değişim diğer uygarlıklarda da kendini göstermişti.
Bu kadınların yönetici oldukları toplumdan, erkeklerin yönettiği bir toplum biçimine evrilmeydi.
Bu toplum neye benziyordu ?
Toplumsal yaşam nasıldı ?
Kent yapısı aynı örümcek ağı gibi bölümleri olan ayrıntılarla inşa edilmişti.
Dikkatli bakılınca sokaklar, halka açık meydanlar, özel odaları olan yerleşim yerleri seçilebiliyordu.
Bu kalıntılar hala sesizdi, arkeologlar bu değişik yapıların ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyorlardı.
çalışma kentin kuzeyine odaklanıyor, buradaki odalar labirent gibi birbirlerine girişleri çıkışları olan yerlerdi.
Ne için, kim için yapılmıştı ?
Yanıt kentin labirentleri andıran bölümünün derinliğindeydi, burada bulunan büyük çanaklar mahsülleri uzun süre korumak için yapılmıştı.
Burda, Anu'da 5 bin yıl önce bir sanatçı normal boyutları olan bir çanağı araç gereçlerini koymak için kullanıyordu.
Çanağın içinde nakış, çizim ve taş üzerinde çalışmaya yarayacak demir, kazı kalemi gibi gereçler bulunuyordu.
Burası bu sanatçının çalışma odası olmalıydı.
Çalışma odasının bir kaç metre ilerisindeki uğraş meyvesini vermişti.
Sanatçının yarattığı eserler burada hala duruyordu.
Başka odalardaki kazan büyüklüğündeki geniş çanaklar şaşkınlık vericiydi.
Arkeologlara göre bu odalar ürünlerin korunmasına uygun depo ve idarenin yapıldığı özel bir bölümdü
Bu görüşü doğrulayan araç gereçleri Gabriele yine bu bölmelerin birinde buluyor.
Bu bölüme Gabriele, "Acıköy" kentinin muhasebe odası ismini veriyordu.
Bu bölmede satılan ve alınan malları kayda geçirmeye yarayan çeşitli biçimlerde damgalanmış düz hamurlar ve sayımda kullanılan, sayıların kazıldığı kertikli taşlar vardı.
Düzen şöyle işliyordu; sayıları gösteren kertikli küçük yuvarlak taşlar, alınan, verilen malların hesabını yapmak için kullanılıyordu.
Alış verişlerde ne kadar malın alınıp verildiği, kimin kimden ne kadar, neyi aldığı, çabuk kuruyan katı çamur hamura damgalanıyordu. Bu biçimde alım verimleri delillendiriyorlardı. çabuk sertleşen damgalı hamurlar, alış verişlerin belgesi oluyordu.
Bu Anu, karakum insanlarının sanatta, tarımda olduğu kadar ticaretlede uğraştıklarının göstergesiydi.
Bu insanlar kendilerinde olmayan çeşitli malzeme ve gıda ürünlerinden oluşan malları diğer insanlardan alışverişle temin ediyor, ürettikleri mallarıda satıyorlardı. Alım satımlar bu merkezden yönlendiriliyordu.
Sayıları gösteren, kertikleri olan taşlar depolanmak üzere alınan veya kentin ihtiyacında kullanılması için elden çıkarılan ürünün ne kadar olduğunu hesaplamak için kullanılıyordu.
Muhatapların mühürlerinin olduğu damgalanmış sert hamur, alınan, satılan malın adedini gösteren belgeler olarak muhattaplarda kalıyordu.
Bu damgalar depolanan malları arşivlemek içinde kullanılıyordu.
Çevrede üretilen ürünlerin tamamı bu merkezde toplanıyor, alış verişler buradan yapılıyordu, kentin bu bölümü sadece bunun için inşa edilmişti. Kent yaşayanları korunaklara koydukları malların tutarını gösteren hamura damgalanmış belgeleri kullanarak ihtiyaç halinde bu ürünlerini korunaklardan alıyorlardı.
Ticaretin ve yönetimin yapıldığı büyük kentlerin çevresinde irili ufaklı köyler ve çok yakınlarında sadece yerleşim yeri olarak kullanılan özel uydu semtler bulunuyordu.
Mimar Muradov için bu uydu semtler karakum yapılarının özelliği ile ilgili bilgi veren en uygun yerleşim yerleriydi.
Odaların ortalama büyüklüğünü, açıların derecelerini, duvar derinliğinde malzeme konulan bölümlerin ölçülerini, bacaların biçim ölçülerini , duvarlardaki raflar ve ocakların içine yerleştirilmiş çanaklara kadar bütün ölçüleri aldı.
Artık mimar Muradov aynı özellikte, aynı malzemeleri kullanarak, aynı özellikleri olan bir ev inşa edebilirdi
Aynı 5 bin yıl öncesinde olduğu gibi pişmiş topraktan yapılmış kerpiçden ve tabanı sertleştirmek için sıkıştırılmış taşlarla bir ev inşa edildi. Aynı o dönemdeki gibi çamur harçla taban sıvanarak düzgünleştirildi, duvarlar sıvandı, aynı 5 bin yıl önesinde olduğu gibi tavana kirişler çatıldı ve çatı sıvandı.
Aynı 5 bin yıl öncesinde olduğu gibi gece karakumun üzerine çöküyordu.
Genellikle evler bir odadan oluşuyordu ve bütün aile burada kalıyordu.
Burada el yüz yıkanılarak temizleniliyordu. Üretilen tahıldan un elde ediliyor, ekmek yapılıyordu. çanaklarda keçi veya tavuk etiyle pişirilmiş sebzelerden oluşan yemekler yeniliyordu.
Anu'da Tengri'nin koruması altında huzur içinde uyunuluyordu....
Ticaretin ve paylaşımın yapıldığı 10'larca hektar alana yayılmış büyük kentler üzerindeki çalışmalar tamamlanmak üzere. İçinden çıkılması olanaksız gibi görünen devasal kalıntıların sırları çözülmüştü.
1974 yılından beri üzerinde çalışılan bu uygarlığın kent ölçüleri ve bilimsel verileri kullanılarak, simülasyon görüntüleriyle bu kentlerin nasıl olduklarını tam görebilirdik artık.
Ana surlardan sonra kentin giriş yeri darca doksan derecelik kıvrımla yol sola dönüyordu. Kent meydanına girmek için dar bir boğazdan geçmek gerekiyordu. Bu hızlı giriş yapanları yavaşlatma amacıyla özel olarak düşünülmüştü. Böylelikle kente giriş yapanlar daha kolay denetleniyordu. Sonra kent merkezi olan alana giriliyordu, burada dışardan gelen satıcılar ve kent esnafı satış yapıyordu.
Meydanın ilerisinde, kent yönetim yeri yakınında arkeologlar kentin en büyük toplantı odasını meydana çıkardılar.
Burası önemli insanların ağırlandığı özel karşılama odasıydı.
Ana kent merkezinin 10 kilometre çevresinde arkeologlar sekiz kent yerini bularak yer yüzüne çıkarttılar.
Dokuz kentten oluştuğu düşünülen Anu karakum uygarlığına ait olan bu yerleşim yerlerinde
10 binlerce insan yaşıyordu.
5 bin yıl önce bu çölün arklarla sulanan kentler arası topraklarında tarım yapılıyordu.
Araştırma yapılan ikinci kentte, başından beri arkeologlar tuhaf olaylarla karşılaşıyorlardı. Duvar kenarlarına gömülmüş küçük hediyeleri olan onlarca küçük çocuk iskeleti bulunuyordu. İskeletleri inceleyen antropolog Oraz Babakov kurban edildiklerine dair hiç bir ize denk gelmedi.
Bu çocukların bir kısmı hastalıktan, bi kısmıda doğduktan sonra ölmüşlerdi.
Küçük yaşta ölmelerinden dolayı mezarlığa gömülmediklerini ve evin kenarına ne amaçla gömüldüklerini nasıl anlayabilirizki !!!
Arkeolog ve antropologlar için bunun yanıtı kolaydı.
Burası ilk terkedilen kentlerdendi, çevredeki köy ve uydu semt sakinleri terkedilmiş bu kenti çocuk mezarlığı olarak kullanmışlardı.
Murgap ırmağı yatak degiştirerek kentlerden uzaklaşıyordu. Tarım alanlarında fazla ürün üretilemediği için zanaat ve tarımla uğraşan insanlar göç etmek zorunda kalmışlardı.
Yavaş yavaş kentler boşalıyor, tarım alanlarını besleyen ark'lar bakımsızlıktan işlevini kaybediyordu. Bentlerinden oluk oluk akan suların yerini kum ve toprak dolduruyordu.
Mö 1.700 yıllarında, arda kalan insanlar sadece ticaretin yapıldığı merkez kentte toplanmışlardı, burda bin yıl daha kaldıktan sonra, Anu, karakum, Göksuri uygarlığının son sakinleri olarak, onlarda Mö 700'lü yıllarında tamamen karakumu terkedeceklerdi.
Karakumun son kağanı Victor İvanovic Sarianidi'nin bulduğu kalıntılarda Gabriele Rossi Osmida'nın önderliginde Türkmen bilim adamlarının yıllarca süren çalışmaları sayesinde Anu,Karakum Göksuri uygarlığı günyüzüne çıkarılmıştı.
Yapımcı Marc Jampolsky, "Karakum vaha kentleri" isimli belgeseli 2007 yılından itibaren avrupa geneline şifresiz yayın yapan, Almanya ve Fransa devletlerinin ortak oluşturdukları sanat ve bilim Tv'si olan ARTE televizyonunda dönem dönem yayınlandı.
Marc Jamposky'nin karakum yapıtı Rus tv'lerinde de gösterilmişti.
Üçüncü sınıf, miadi dolmuş ,uftan puftan oluşmus eski belgeselleri her ay tekrar tekrar yayınlayan Türk ulusal Tv'leri Türklerin 40 bin yıllık geçmişlerinin anlatıldığı bu muhteşem uygarlık üzerine yapılmış bu belgeseli nedense hiç biri gösterime almıyor,
görmemezlikten geliyorlar !!!
Ne yapılırsa yapılsın, ne edilirse edilsin, tarihi gerçekleri bir müddet gizleyebilirler ama 40 bin yıllık Türk tarihi asla yok edemezler.
Sonuçta karakum bulguları, tarihi kalıplaşmış eski çağ bilgilerini alt üst etmişti.
5-6 bin yıl önce insanlar neler söylediler, neleri söyleyemediler !!!
Neleri hayal ettiklerini öğrenmemiz için Anu'ya, karakuma daha çok yolculuk yapmamız gerekiyor.
Karakum daha sırlarının hepsini vermedi, sadece gösterdiklerini biz görebiliyoruz.
40 bin yıllık gizem dolu sırlarıyla Anu hala insanlık tarihini yeniden yazacak sevdalılarını, özelliklede torunlarını bekliyor.