İnsanlığın ilk destanı olan Gılgamış destanı ilk olmasına rağmen insanlık bir daha bu destan gibi olağanüstü öykülerin anlatıldığı içerik olarak insanı hayrete düşüren, içine alıp sürükleyen bir destan yaratamamıştır.
İsrailoğulları bir çok denemelerine rağmen, hatta Sümer kaynaklı babil anlatımları kendilerine uyarlasalarda Gılgamış destanı gibi bütün uygarlıkları etkisi altına alan bir destan yatamamışlardı.
Bütün insanlığa ulaşan bu destan bir çok ulusların mankibe ve destanlarına ana kaynak olmuş, eski Yunan ve Roma gibi öncü uygarlıklarında tanrılar panteonunun yaratılmasında temel kaynağını oluşturmuştu.
Şöylekine, Gılgamış destanında anlatılan olağanüstü fantastik doğa üstü olayların kahramanları bu uygarlık tanrılarının temel özelliklerini oluşturmuştu.
Gılgamış destanının çevrisini yapanlardan Prof. Landsberger nazi Almayanyası dönemindeki baskılardan dolayı ülkesini terketmek zorunda kalmış, bir sürede Ankara üniversitesinde ders vermişti.
Asurlular konusunda uzman kabul edilen Landsberger'in Gılgamış destanı çevrilerinde ilk bakışta yanlış tanımlamalarla karşı karşıya olduğumuzu hissediyoruz.
Gılgamış'ın bir zamanlar Sümerlerin Uruk kenti beyi olduğunu, Kirşh kenti kağanı Agga'ya karsı savaştığı Sümer yazıtlarında anlatılmaktadır.
Sümer yazıtlarında Gılgamış'ın tarihsel bir kişilik olarak gösterilmesini Akad ve Eti/Hititlere ait Hatuşa kenti yazıtlarında pek göremiyoruz.
Sümer yazıtlarının aksine Akadca yazılan yazıtlarda Gılgamış, olağanüstü güçleri olan Uruk kralı olaraktan çesitli tanrılarla arasında yaşananların öyküsü edilmişti.
Gılgamış destanını yazan ozan, Sümer yazıtlarından çıkmış, halkın dilinde dolaşan bu öyküyü, şiirsel, masalımsı bir dille, tümüyle serbest bir yöntemle Gılgamış'ın sonsuzluk yaşamı arama öykü destanını yaratmıştı.
Sümerlerden sonra yazılan yazıtlarda "tanrılar" olaraktan konusu edilen kişilerin geneli Sümerler zamanında kağanlık yapmış tarihsel kişilerin sonradan değişik isimlerle tanrılara dönüştürüldüğü gibi bazılarıda doğa olaylarına hükmeden kişiler olarak verilmişti.
Tabi ki Gılgamış destanında anlatılan destanımsı öykülerin gerçekliğinin tamamını bilmemizin olanağı şu an yok. Bu destanın oluşmasının temeli Sümer yazıtlarından esinlense de, Akad ve Hititli olduğu düşünülen ozanlarca olaylar abartılı bir biçimde, şiirsel bir dille fantastik öykülere dönüştülmüş olarak anlatılmıştı.
Bu nedenlerden dolayı anlatılan öykülerin gerçek anlamlarını öğrenmemizin zor olması, bu destanda isimleri konusu edilen kişilerin kimler olduğunu, gerçekte konumlarının neler olduğu ve nerede nasıl yasadıkları konusunda bilgiler edinmemize engel değildir.
Prof.Landsberger'in Gılgamış destanını çevrisinden alıntı;
<< Tufandan önce onların haberini getirdi. Uzun yoldan gelip yorgun düştü, ama gücünü yitirmedi. Bütün çektiklerini bir anıt taşına kazıdı. Uruk'un dört bir yanına duvar çektirdi. Kutsal E-anna'nın ve temiz hazinenin duvarına bak! O duvar, didilmiş yünden örülen bir urgan gibidir>>
Landsberger bilgi notu olarak E-Anna mabedini, aşk tanrıçası İştar tapınağı olaraktan vermektedir.
Baştan belirtmekte, defalarca tekrarlamamızda yarar var. "Uruk" soy, sop anlamlarıyla Türkçeye uyruk olarak evrilmiş kadim Türkçe bir tanımlamadır.
Üstelik "E-Anna" mabedi Sümerlerde sonsuz maviliğin tek Tengrisinin mabedidir. "E" tabiri Sümercede "Ev" anlamına gelmektedir. Anna ise günümüz Türkçesinde kullandıgımız "Ana" anlamına geldigi gibi,
Tengri'nin sıfatları olarakta verilen, aynı anlamlara gelen An/Anu/Anna olaraktan gök yüzü anlamına da gelmektedir
Malesef Landsberger "Ana Evi,Tengrinin Evi " mabedini Akadlarda İştar isimli aşk tanrıçasının tapınağı olarak vermektedir.
Anu karakum uygarlığında Tengri'nin sıfatlarından olan "Anu" heykelciklerinde Tengrinin bir ana gibi merhametli, şefkatlı olmasından dolayı "kadın" olarak tasfir edilmesi asla aşk tanrıçası yapmaz.
Çünkü kadın sözcüğünün Türkçe kök anlamı kusursuz saf güzelliktir, sevgidir, şefkattır. Kadın anadır, evlatlarını koruyup kollayandır. Bu nedenle karakumda ve Sümerlerde Tengri kusursuz güzellikte olmasının yanında bir ana gibi koruyup kollamasındandan dolayı "kadın" olarak betimlenmişti sadece. Türkçe Kadın/Gadın sözcüğü hala günümüzde bile küçük kız çocuklarımızı gadın kızım, güzel kızım diye sevgimizi gösteren sözcük olarak dilimizde yer edinmiştir.
Kusursuz güzelliğin ifadesi olan bu sözcük, kadının ana da olmasından dolayı Türklerde dahada anlamlı kılınmış ve yüceltilmiş aynı Tengri gibi şefkatlı, merhametli kutsal varlık olarak görülmüştü.
Tengri'yi bir ana gibi şefkatlı ve merhametli olduğunu göstermeleri Türklerin tarih öncesinden beri kadına verdiği değeride gösermektedir.
Kadının değerli bir varlık olduğunu Arap'lar ancak İslamiyetle tanıştıktan sonra az da olsa öğrenmeye, anlamaya başlamışlardı. Günümüzde ise eski cahiliye anlayışını yaşatan Arapların ve Arap takipçiliği yapanların kadına verdikleri değerde ortada !!!
Hiristiyanlık ise kadını M.s. 1000 yılına kadar ruh taşımayan pislik, köle olarak istenildiğinde dövülmesinde, işkence ve tecavüz edilmesinde bir sakınca görmemişti.
İstanbulun fethinden sonra Avrupada ortaçağın bitimi, yeni çağın başlangıcı olan 1452 yılında kilise kadınında bir ruh taşıyabileceğini ancan bu tarihten sonra kabul etmek zorunda kalmıştı.
Konumuza dönersek Uruk'ta buluan "E-Anna" (Ana/Tengri evi) mabedi kadına verilen değeri gösteren Tengri'nin evi, mabedidir. Üstelik Sümercede "An" sözcüğü gök, evren, evrenin hakimi Tengri anlamına gelmektedir.
Çeviriyi yapan Landsberger bu mabedi hiçte alakası olmayan Akadların İştar adında aşk tanrıçasının tapınağı olarak göstermektedir. Oysa İştar bin yıl sonra Sümeri İn-Anna'nın Akadlarda aşk tanrıçasına dönüştürdükleri Tengri kağanı Dumuzi'nin eşinden başkası değildir.
İsmin sonunda "An na" eki vardır.
Bu ek olmasından dolayı İn Anna'nın cinselliği simgeleyen bir tanrıça olması bize göre doğru değildir.
Üstelik Sümercede "İn" sözcüğü Sahip, Pir, yol gösterici anlamina gelmektedir. "İn-Anna" sözcüğü köken olaraktan Dumuzi kağanın eşi, Tengri yasalarının taşıyıcısı olaraktan uyulması gerekilen Pir, yol göstericisi anlamına gelmektedir
Sümer isim sıfatlarında "Ana, An" sözcüklerinin çok olması ve Tengri'ye atıf isimler kullanmış olmaları bu insanları asla değişik insan ilahlar yapmaz. Bu bir yanılgıdır.
İn Anna Babillilerde İştar, eski Yunanda Afrodit, Roma'da Venüs olarak aşk tanrıçasına dönüştürülmüştü.
Tarihi süreçte aşk tanrıçasına dönüstürülen " İn-Anna"nin (Tengri'nin hanım ana piri) kocası Uruk hakanı Dumuzi ise Akadlarda Tammuz isimli bir tanrıya dönüştürülmüştü.
40 bin sene öncesine dayanan anlatımlarda öyküsü edilen karakum ve Sümer damga yazıtlarında Tengri elinden abu yaşam suyunu almış, insanlığın ilk kağanı Ata-ana/Etana'nin bir insan olarak gösterilmesine ve bu inançta Tengrinin sıfatının "An-nu-na"nın anlamının evrenin tek hakimi Tengri ancak yeryüzünde temsilciler, yani kağanlar/peygamberler seçer olmasına rağmen Uruk kentinin kağanı Dumuzi ve eşi İn Anna'nın birer tanrı olarak gösterilmeleri anlaşılır gibi değil.
Prof. Landsbergerin Gılgamış destanından alıntı:
<< Girdiğim tozun evinde, yüksek rahipler ve bakanlar, kutsallık taşıyan kimseler oturuyor. Tanrıların yakınları oturuyor, büyük tanrıların yağladığı rahipler oturuyor, Etana oturuyor, Sumukan oturuyor, Tanrıların sürekli olarak ilgisini goren en yuksek rahip sınıf belirtiliyor.
Dip not. Etana, insanlarla hayvanların bir arada yaşadığı en eski zamanda, çobanlara krallık etmiştir. Sürü ve çobanların tanrısı.
(Prof. Landsberger) >>
Prof. Landsbergere göre Etana insanlarla hayvanların beraber yaşadığı bir dönemde çobanlara krallık etmiş bir tanrıdır.
Ne yazıkki Landsberger yine yanılmakta.
Anu karakum silindir damgalarında anlatılan öykülerde Atana/Etana'nın bir tanrı olmadığını defalarca vermemize gerek yok.
Anu karakum ve Sümer uygarlıklarında takip edilen kağanlık/peygamberlik süreci Nuh peygamberden İbrahim peygambere, burdanda Hz Muhammede kadar sinsile olaraktan devam etmişti. Nuh ve İbrahim peygamberler Sümer uygarlığında yaşamış, bu uygarlığa ait insanlardı. Üstelik Nuh Peygamberin öyküsü Sümer yazıtlarında bilge kişilik olarak anlatılmaktadır.
Sümer yazıtlarında bile ilahi bir gücü olduğuna dair bilgi verilmeyen insanların seçkini anlamına gelen Sümerce NU sıfatlı Ziusudra/Nuh peygambere Tengri'nin elçisi,göksel varlık olduğuna inandığım Enki/Anki büyük bir tufan olacağını önceden haber etmiş ve bir gemi yapmasını söylemişti.
Anu Karakum'da 40 bin yıl öncesinden kalma pişmiş topraktan yapılmış Tengri heykelcikleri bulunmuştu.
Yakın dönem sayılabilecek damgalarda Tengri ile Atana arasında geçen olayları inceleyen Anu Karakum uygarlığını gün yüzüne çıkartan İtalyan arkeolog Gabriele rossi osmida bu damgalarda anlatılan öykülerin çok eskilere dayandığını ispatlamak için büyük devasal kent ve mezarlık kalıntılarında Atana heykelciklerinin olduğu kanısına varmıştı.
Bu savını kanıtlamak için araştırmalarını Atana/Etana üzerine yoğunlaştıran Gabriele rossi osmida sonunda Atana/Etana'ya ait, 40 bin yıl öncesine ait birkaç heykelcik bulmuştu.
Bu şu anlama geliyordu, 40 bin yıl öncesine kadar anaerkil bir toplum yapısında olan bu uygarlık, Atana'nın kağanlık ünvanını almasından sonra ataerkil bir yapıya doğru evrildiğini göstermekteydi.
Anu Karakum uygarlığının son dönemine (5 bin yıl önce) kadar kullanılan, kadın olarak betimlenmiş Tengri heykelcikleri, bu insanlarca mezarlarda ölülerin baş uçlarına ve yaşadıkları konutların baş köşelerine konulmaktaydı.
Tengri heykelciklerinden hariç hiç bir kişi veya insan heykelciklerini mezarlarında kullanmamışlardı.
Sadece 40 bin yıl öncesinden kalma Etana/Atana heykelcikleri vardı. O dönemler silindir damgalarda anlatılan öykülerde Tengri inancının ilk kağanı, ilk peygamberi, en önemli kişiliği sürekli Tengri ile iletişimi olan bir insan olarak gösterilmişti.
Günümüz arkeolog, antropololog ve konumlarında uzmanlaşmış bilim insanlarının genelide Atana/Etana'yı insanlığın ilk kağanı/kralı olduğunu kabul ederler.
Tengri'nin isimlerinden olan "Utu"nun anlamı Anu Karakum ve Sümerlerde Kün(gün) Tengri'dir.
Bu inanç anlamlarını bilmeyen bir kısım batılı araştırmacılar, Anu Karakum ve Sümerlerin Tengri'ye, aydınlık anlamına gelen günümüz Türkçesinde de kullandığımız, Gün, Gündüz sözcüklerini kullanarak Gün Tengri, Ay Tengri yada günün Tegri'si, ayın Tengri'si diye mabetlerde tapınmış olmalarını farklı tanrılara tapınma olarak algılamışlardı.
Oysa bu isimler aynı tek Tengri'nin sıfatlarındandı.
Prof. Landsberger'in Etana'yı hayvanlarla yaşayan insan olarak çobanların tanrısı tanımlamasını anlamak mümkün değil. Atana'yı bu kadar basite indirgiyor olması anlaşılır gibi değil.
Tengri elinden neslini devam ettirebilmek için yaşam suyunu almış, kağanlık/peygamberlik sinsilesinin en önemli, ilk kişiliği Atana/Etana'ya çobanların tanrısı gibi tanımlamayla basite indirgemek Landsberger gibi bir bilim insanına yakışmıyor açıkçası.
Prof. Landsberger Gılgamış destanında anlatılan doğa üstü olayları ve bu efsanelerde anlatılan kisilerin Akad ve Hitit anlatım verilerini örnek alıyor olmalı. Sümerlerin ve Sümerce olan bu kişi ve tanımlama anlamlarının yerine, daha sonra yazılan Gılgamış destanındaki anlatımları önemsemiş diye düşünüyorum...
Yaşadığı zamanda henüz Anu Karakum isimli Sümerlerden de eski, Sümerlerin göç ettikleri ileri bir uygarlığın gün yüzüne çıkmamış olması o dönem bilim insanlarını bazı yanlış algılara itmis olmalı...
Gılgamış destanında "Gılgamışın kalkıp Ea'nın E- absu evine gitti" dip notunda Landsberger "Absu"yu yeraltında bulunan tatlı su okyanusu olarak çeviriyor.
Oysa "Absu" Sümer kenti Eridu'da Anki/Enki'ye atıf Tengri mabedidir. Sözcük anlamı ise "Ab" Atana'nın Tengri elinden aldığı, sinsilenin devamını sağlayacak yaşam suyuna vurgudur. Sözcüğün Türkçe karşılığı " Abu yaşam suyu"dur. Sümerce "E" ev anlamına gelmektedir, bu ekte sözcüğün başına eklenince "abu yaşam suyu Evi" anlamı çıkmaktadır.
Sami olan Akadlar, ev'in E'sini ve Ab'ın A'sını alaraktan Enki'yi "Ea" isimli tanrı yapmışlardı.
Daha sonralarıda eski Yunanlılar Ea'yı Aqua isimli suların tanrısı Posedona dönüştüreceklerdi.
Prof. Ladsberger ise Sümerlerin Eridu kentinin Absu evi mabedini yer altında bulunan tatlı su okyanusu olaraktan tanımlamakta !!!
Erudu'da bulunan Enki'nin kurduğu "absu" mabedinin ismi Hint-avrupa kökenli dillerde de kullanılmaktadır. Ne gariptirki kök anlamı olarak "absu" yunanca abyysos sözcüğü kökenli bir tanımlama olaraktan eski zamanlarda okyanusların dibinin olmayacağı inancından dolayı, dipsiz su anlamına geldiği bilgisi verilmektedir.
"Absu" Fransızca ve Ingilizcede Abysse tanımlamasınada köken oluşturmuştu. Abysse sözcüğü okyanuslarin en derin çukurları anlamına gelmektedir. Ön Türkçe Sümercede ve günümüz Türkçesinde de kullandığımız "ab-su" sözcüğü bilim diline okyanusların 6 bin metre derinliği anlamına gelen Abyssopegial, denizin 200 metre derinliği altında yaşayan canlı türlerine Abyssale olarak girmistir.
James Cameron'un 1989'da nükler deniz altı macerasını anlatan filminin ismi ise Abyss'dir.
Kök anlamları ve kanıtlarıyla Türkçe kökenli bir sözcük nasıl olurda Hint-avrupa dil ailesinden Yunanca kökenli bir tanımlama olarak gösterilmesi anlaşılır gibi değil.
Batı avrupa kökenli dil bilimcilerinin tahrifat ve saptırmalarıyla sürekli gerçeklerin üzeri örtülmek istendiği görülmekte.
Ama ne yapılırsa yapılsın, gerçekler bir müddet gizlenebilinir ama asla yok edilemez.
Batılı araştırmacılar tarafından genel olarak Sümer tanrısı olarak verilen Enki'nin ismini biraz irdeleyelim.
şimdiye kadar açıklığa kavuşturulan, çevrisi yapılan Sümerce sözcüklerde "En" ekinin anlamı bulunamamıştır.
Enki'nin ismi Enki değil, aslında Anki'dir. çünkü Sümercede Yere "Ki" göğe, gökyüzüne "An" denilmekteydi. Bu sözcüklerin bileşimi olan "An-ki" tabiri sümercede yerden ve gökten anlamına gelmekteydi.
Enki'nin anlamını doğru biçimde gökten ve yerden olarak doğru çeviren araştırmacılar Sümeri söylem seslerini bilmediklerinden dolayı An yerine En sözcüğünü kullanmış olmalılar.
Çağımız Türkçesinde An sözcüğünü gökte olduğuna inanılan Tanrı'ya yemin And içmek, Andolsun tanımlamalarında da görmekteyiz.
Ünlü Türkmen şair Mahmut gulu ve Yunus Emre nefeslerinde gökten anlamlarınada gelen An sözcüğü Tanrıdan, O'ndan olarak dillendirmişlerdi.
Yapıt anlamında kullandığımız "Anıt" sözcüğü orada istirahat eden kişiyi unutmamak, anmak için yapılan An'ın yani Tengrinin anıldığı yerler anlamına gelir.
Keza Sümer ziguratları, yani anıt mezar yapıtları bir anıt mezardan öte mabetler olarak kullanılmaktaydı.
Bütün dünya bilim adamlarının Tengri tarafından görevlendirilen insanlığın ilk kağanı olarak kabul ettikleri "Etana" isminde de aynı bozukluk görülmektedir. Bu isimde "An a" sözcüğü günümüz Türkçesinde kullandığımız Ana tanımlamasının karşılığıdır. Fakat Ana sözcüğünün önünde bulunan "Et" ekinin anlamı bilinmektedir.
Oysa 40 bin yıl öncesinden beri Altay ve Anu Karakum'da Etana insanlığın ve Tengri inancının ilk kağanı olmasından dolayı Tengri inancını taşıyan insanlarda Etana, en büyük ata olarak kabul edilirdi.
Atapa olarakta isimlendirilen "Etana'nın ismi aslında Atana, Ata-an-a dır. Bu vurgunun ve sözcügün kök anlamı An-nu-na'nın (yer yüzünün ve evrenin tek Tengrisi/ilahı ), Ana Tengrinin ilk kağan atası, Tengri'den ata anlamına gelmektedir.
Sümerce kutsal din adamı anlamına gelen "Pa" ekinin bulunduğu Atapa isminin anlamı ise "Kutsal din adamı ata" anlamına gelmektedir.
"Etana/Atana" anlamı hakkında iddialı olmadan birkaç bilgi sunmak istiyorum.
Yunanistan başkenti Atina'nın kök anlamı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Genel olaraktan kabul gören tanımlama Robert sözlüğünde yer ve mekanların kök anlamlarını veren Louis Deroy ve Marianne Mulon'un tanımlamaları verilmektedir.
Bu sözlükte köken olarak verilen bilgi birebir şöyledir, "Toponomi bilimine göre galiba Hint-avrupa kökenli bir sözcük. Galiba baş, zirve anlamına gelen "Ath" sözcüğünden türemiştir, çünkü akropol bir tepenin zirvesine yapılmıştır"
Sanki diğer tapınak, mabetler veya kale saraylar yerin dibine yapılıyorduda böyle bir neden göstermişler !!!
Ek olaraktanda Zeus'ün kızının isminin Athene olmasından dolayı Yunan mitolojisinden gelmiş olabileceğinide iddia etmekteler.
"Absu"yu yunanca "Abyysos" sözcüğünden geldiğini iddia eden batılı dil bilimciler, eski ve günümüz Yunanistanın başkentinin kök anlamını tam manasıyla verememekteler.
Yunan mitolojisi tanrıları ve öykülerinin kökleri sırasıyla Hitit, Akad ve sümerlere dayanmaktadır.
Yunan mitolojisinde baş tanrı olarak gösterilen Zeus'ün konumu ve anlatılan öyküsü tıpatıp kopya yapıştırla Nuh tufanından araklanmıştır.
Dünyadaki bütün inançlara öyle veya böyle kaynak olmuştur Tengri inancı.
Çağımız Türkçesinde bile kullandıgımız kıl ve kamış sözcüklerinden ismini alan Sümeri Gılgamış destanı olgu ve isimlerinin diğer uygarlıklara nasıl girdiğine örnek bir sürü kanıtlar vardır.
Bunlardan bir tanesi, Gılgamış destanında Gılgamışın göksel yolculuk ederek gezegenleri dolaştığı anlatılmaktadır.
Öyküde Gılgamış Mesh gezegenini ziyaret eder. Bu ad eski Yunanda Her"mes(h)"e Romalılarda Mercure dönüşmüştür.
Gılgamış'ın gezdiği gezegen Hindiuzmde Ganeş olarak hırsızların tanrısı ismini alır.
Bunlar birbirlerinden farklı uygarlıklardır fakat ana kaynakları aynıdır. Gılgamış hastalıkları ve ölümü yok etmek isteyen birisidir.
Gılgamış isminin Gamış ekinden ismi verilen gezegenden ismini alan diğer uygarlık insanlarının temel özellikleride aynıdır, hepsi şifacı
hekimlerdir !!!
Ne tesadüf !!!
Fikirsel olarak eleştirdiğim, araştıralarından çok şey ögrendiğim Landsberger'in hakkını vermezsek bilim adamına gerçekten haksızlık yapmış oluruz.
Bize göre Ladsberger'in yanılgısı Sümer yazıtlarını çevirirken ön sami dili Akadca ve yukarı mezepotamya yani Anandoluda Hitit uygarlığı gibi oluşmuş uygarlıkların dillerinde geçen çok tanrılı anlatımları Sümerlerde de bu tür tanrıların olduğu kanısına vardırmış olacağını düşünüyorum. Prof. Ladsbergeri Akad ve Hitit yazıtlarındaki sözcüklerin Sümer yazıtlarında da olmasını ilk bastan bu tanımlamaların Sümerce olmayan sözcükler olarak nitelendilmeside yanıltmış olabilir.
Landsberger Sümer yazıtlarında geçen lakin Hitit ve Akad yazılarında da olması nedeniyle Sümerce olmadığı iddia edilen bu sözcükler üzerinde bir çalışma başlatır.
Dilsel yöntemleri kullanarak konu üzerine yoğunlaşan Landsberger Hitit ve Akadcada olması nedeniyle Sümerce olmadığı, Hint-avrupa dil ailesine ait olduğu iddia edilen 166 sözcüğün yaşadığı zamanda konuşulan Türk diline ait sözcükler olduğunu kanıtlar.
şimdi kendinize şöyle bir soru sorabilirsiniz.
Ön Sami dili Akadca yazılmış yazıtlarda yoğun ön Türkçe sözcüklerin ibranice ve arapcayıda oluşturan kök sözcüklerin olduğu gerçeği nasıl inkar edilebilinir ???
Anadoluya 1071'de geldiği iddia edilen Türklerden önce bu Türkçe sözcükleri Mö 2000'li yıllarından kalma yazıtlara eklemeli yazım özellikleriyle kimler yazdı ???
Cevabı ise Landsbergerin tespitlerindedir, tabi görmek isteyipte görebilene.
Bir kısım görüşlerini fikirsel olarak eleştirdiğim Prof. Landsbergerin bu bilgileri gün yüzüne çıkarmasından ve verdigi emeğe saygıdan dolayı fazlasıyla övgüyü hak ediyor. Bilimsel tespitlerinden çok şeyler ögrendiğim Landsbergere şükranlarımızı sunmak baştan insani bir vazifedir.
Prof. Lansbergerin Gılgamış çalışmasında, bir kısmı Mö 2 bin yılı öncesinde Sümerceden Akad diline çevrilmiş 12'ci yazıttan bahs etmektedir. Bu yazıt Sümerceden bire bir çeviri olduğundan ve Akad diline çeviren kişinin çeviriyi yarım bırakmasından dolayı Landsberger öykü bütünlüğünün kaybolduğu kanısındadır.
Bu yazıtta anlatılan öyküde Gılgamışın taht yapmak için kesmek istediği Hulupu isimli ağaçtan söz edilmektedir. Bu ağacın tepesinde kartal ve aslan bileşimi olarak betimlenen "In gugu" isimli ünlü fırtına kuşunun yuvası bulunmaktadır. Ağacın köklerinde ise hiç bir büyünün etkilemeyeceği yılan yuvası vardır.
Bu yazıtta anlatılan olgular, Anu karakum silindir damgalarında anlatılan yılan ve kartal arasında yaşanan anlatımlarla örtüşmektedir.
Sümer yazıtlarında Gılgamış'ın, Hulupu ağacını Tanrı'ya sunmak için taht yapmak amacıyla kesmesi anlatılmaktadır.
Belkide destanda başka ağaçtan bahsedilmektedir lakin aynı yazıtlarda bu agacı İn Anna sel sularından kurtardığı yazar. Akad ve Hitit yazıtlarında
İn Anna'nın bu ağaçtan kendine yatak ve bir taht yapmak istediği anlatılmaktadır.
Sümer yazıtlarında yaşam ağacı olan Hulupu'nun bir kısmını Uruka getiren Gılgamış, bu ağaçtan kendisinin ve insanların ölümsüzlüğe kavuşacağına inanmaktadır.
Buradaki ilginç benzerlik karakum damgalarıyla örtüşmektedir, karakum damgalarında yılan ve kartalın ölümsüzlüğü simgeleyen yaşam ağacında yaşamış olmalarıdan dolayı yazıtlarda aslında Gılgamışın bu yaşam ağacını bulmak için verdigi uğraş anlatılmaktadır.
Akad ve Hitit öykülerinde Gılgamış, derince bir kuyunun dibinde bulunan ölümsüzlük bitkisine ulaşır ve bununla ölmüş çok sevdiği, can yoldaşı, arkadaşı Enkidu'nun tekrar dirilmesini amaçlar. Öyküde yaşam bitkisini bir yılan yemiştir. Gılgamış son çare olarak Nuh peygamberden (Ziusudra) yardım dilesede , yedi gün gaflet uykusuna yatmış olmasından dolayı amacına ulaşamamış, sonuçta Uruka eli boş dönmüştür.
Sümer Gılgamış öyküsünde Gılgamış yaşam ağacını Uruka getirir fakat Tengri'ye sunulmak istenen bu armağanı yer altı cehenneminde yaşayan, kötülüğün simgesi ereşkigal isimli şeytan kıskanır. Ereşkigal Cehennemden bir çukur açar ve ağacı dallarıyla beraber cehenneme düşürür.
Gılgamışın can yoldaşı Enkidu ağacı getirmek için cehenneme iner lakin başarılı olamaz, orada ölür.
Enkidunun cehenneme inmeden önce Gılgamışa tavsiyesi ilginçtir.
Enkidu başına gelecekleri bilircesine Gılgamışa kutsal olgular karşısında başını eğmelisin öğüdünde bulunmuştur. Burada Enkidu Gılgamışa Tengri'nin emirlerine ve yasaklarına uyması gerektiğine vurgu yapmaktadır.
Enkidu Gılgamışa Tengrinin taktirinden kaçamazsın demek istemiştir.
Yer altı cehennemine inen Enkidu'nun başına gelenler 12'ci yazıtta şöyle anlatılmaktadır; "O zaman Enkidu yeryüzüne çıkmak isteyince, onu, ne bela getiren ruh, ne de hastalık ifriti yakaladı, onu cehennem kralının amansız şeytanı yakaladı. Onu, yeraltının kendisi yakaladı. O, yiğitler alanında düşüp ölmedi, onu yeraltının kendisi öldürdü."
Can yoldaşı Enkidu'yu kaybeden Gılgamış, efsanede o dönem ilahi güçleri olduğuna inanılan kağanlardan veya göksel varlıklardan arkadaşının geri gelmesi için yardım ister, yalvarıp yakarır.
O dönem ilahi güçleri olduğuna inanılan kağanların hiç birinden cevap alamaz, anlatımda adı geçen kağanların hepsinin sessiz kaldığı yazmaktadır.
Burada aslında vurgulanmak istenen ilahi vasıfları olmayan insanlar tarafından tanrısallaştırılmış varlıkların hiç bir şeye güçlerinin yetmeyeceği anlatılmaktadır.
Sümerceden Akadcaya bire bir çevrilen 12'ci yazıt metninde Gılgamış'ın duaları An-nu-na'nın Absu mabedinde kabul edilir.
Nedense çevriyi yapan Landsberger burda da absu mabedini "Ea" mabedi olarak vermektedir, oysa "absu' göksel varlık Enki/Anki'nin ünvanıdır, Enki/Anki Samilerde Tengri Utu'nun güneş tanrısı şamaş'a dönüstürülmesi gibi " Ea" isimli tanrıya dönüştürülmüştü.
Sonuçta Absu mabedinde duaları kabul olan Gılgamış'a yeraltı cehenneminden bir delik açılır ve Enkidu'nun ruhuyla buluşur, kucaklaşırlar.
Destanda Gılgamış Enkidu'ya yer altında yaşadıklarını ve gördüklerini sorar.
Enkidu'nun yanıtı şöyledir; "Söyleyemem arkadaşım! Söyleyemem! Sana yeraltı dünyasında gördüklerimi anlatacak olursam, sen oturup ağlamalısın, Ve ben de oturup ağlamalıyım.
Ellemekle zevk duyduğun benim guzel bedenimi, simdi böcekler, eski bir giysiyi yer gibi yiyor. Ellemekle zevk duyduğun benim guzel başım, bir camur teknesi gibi toprak doludur."
Bir kısmı kırık olmasından dolayı okunamayan yazıtların sonunda Gılgamışın Enkiduya sorular sorduğu anlaşılmaktadır. Landsberger çevirisinde Enkidunun verdiği yanıtlardan yola çıkarak Gılgamış'ın sormuş olabileceği sorularıda eklemiştir, sorular ve Enkidunun cevapları şöyledir;
-"Sehpaya asılmış olanı gördünmü ?"
- "Evet gördüm. Eğer işlediği günahtan pişman olsaydı, çivinin kopmasıyla kurtulurdu."
- "Eceliyle öleni gördünmü ?"
- "Evet gördüm, Gece yatağında uyuyup, soğuk su içiyor."
- "Savaş alanında öleni gördünmü ? "
- "Evet gördüm, ana ve babası onun icin uğraşıyorlar. Karısıda onun için çalışıyor."
- "Cesedi kırda bırakılmış (mezara gömülmemiş) olanı gördünmü ?"
- "Evet gördüm, Onun ruhu yeraltı dünyasında uyumuyor."
- "Ruhuyla kimsenin ilgilenmediğini gördünmü ?"
-"Evet gördüm ,Hayvanlara yedirilen tencere kazıntıları ve sokağa atılan yemek artıkları onun besinidir.
Sümer yazıtlarında Gılgamış destanı bu biçimde bitmiştir.
Destanın son bölümünde anlatılanlar ibret vericidir, burada vurgulanmak istenen, dünyanın faniliği ve kimin bu dünyada nasıl yaşadıysa, neyin uğrunda öldüyse karşılığını aynı biçimde öbür alemde alacağı anlatılmaktadır.
Enkidu'nun cehennemde sephada asılı örneği düşündürücüdür.
- "Evet gördüm. Eger işlediği günahtan pişman olsaydı, çivinin kopmasıyla kurtulurdu."
Yazıtta Enkidu, kişinin işlediği günahtan yaşarken pişman olmuş olsaydı öldükten sonraki öbür alemdeki azaptan kurtulacağını af edileceğini söylemekte !!!
Gılgamış destanından da anlaşılmak üzere Sümerlerde günah ve sevap, yaptığı hatalardan dolayı Tengri'den af dileme olgularının olduğunu görmekteyiz.
Gılgamış'ın Enkidu'ya ruhuyla kimsenin ilgilenilmeyeni gördünmü sorusu gerçekten çok önemli.
çünkü Sümerlerde ölenlerin arkasından yapılan adakların, edinilen duaların ölen kişinin ruhuna ulaşacağına inanılıyordu.
İslamiyette de olan bu gelenek zaman ve mekan gözetmeksizin günümüze kadar ulaşmıştır.
Bizlerde Hak'ka yürüyen yakınlarımızın vefat ettiği gün helvası pişirilir.
Bu Hak'kın rahmetine kavuşmuş yakınlarımızın tatlılıkla öbür aleme yolcuk etmesi içindir.
Bu gelenek bize İslamiyet öncesi Tengri inancından gelmedir.
Tengri inancında ölümden sonra yaşama inanılıyordu ,ölüm bir son değil, Tengrinin yanında yeni bir yaşamın başlangıcı olarak görülürdü. Bu nedenle ölen kişinin “yeni yaşamına başlaması” kutlanır, yemekler verilirdi.
Hak'ka yürümüş kişinin arkasından adak, dua yapılmıyorsa ruhunun öbür alemde ızdırap çekeceğine inanılıyordu.
Günümüzde de devan eden bu inanç geleneğinden ötürü ölen kişi adına
yapılan okul, çeşme gibi insana yararlı eserlerin kamunun hizmetine üçretsiz sunulması ölen kişinin ruhunun rahat etmesi için yapılmaktadır.
Hak'ka yürüyen kişinin ilk gün helvasından sonra 3'cü,7'ci,40'cı günlerinde verilen yemek yılında da verilerek vefat eden can'ımızın ruhunu dualar eşliğinde anarak rahat etmesini sağladığımıza inanırız.
Bazı arabizm hayranı, inançlarını Emevi uydurması hadisler üzerine inşa eden insanlar bu geleneği şamanizme bağlayarak, İslamiyette yok böyle bir şey, bu paganizm diye kestirip atmaktalar.
Oysa İslam geleneğinde Hz Muhammede, Hak yolunda can vermiş şehitlere, Hak'ka yürümüş hısım, akraba, yarenlerimizin ruhuna Fatiha okunur.
Bunun ruhlara ulaştığı ve rahat ettirdiği inancı İslami bir gerçektir.
Belirli günlerde yemek eşliğinde, Kuran okunarak yarenlerle yenilip içildikten sonra Hak'ka yürümüş insanların ruhlarına armağan edilen dualardan neden insanlar rahatsız oluyorlar !!!
Bu gelenek en eski inanç olan Tengri inancında ta ezelden beri vardı, günümüzde de var.
Tengri inancında olan ilahi evrensel değerler galiba inançlarını Emevi Arabizmi üzerine kurmuş kökten dincileri rahatsız etmekte.
Neden ???
Madem hak'kı arıyorsunuz ,Hak için mucadele verdiğinizi söylüyorsunuz,
O halde ilk insanin olusumundan beri var olan evrensel, insani, ilahi kutsal değerleri benimsemeniz gerekirdi.
Gılgamış destanında, Enkidu söyleminde bile ilahi değerlerin günümüzde de aynı kökenden geldiğini, olduğunu görmektediz.